Ayfer Tunç Sözleri
Birini bir zamanlar sevmiş olmak insanın içinde iz bırakıyordu. İnsan o kişiyi artık sevmese bile, iz kalan yer acıyordu.
— Ayfer Tunç
DiğerAyfer TunçSözleri
Duygular andır, gelir geçer. İnsansak eğer, bir duygudan bir duyguya geçeriz. Her birinde sonsuza kadar kalacağımızı sanırız. Aşk mı? Hiç bitmeyecek ki.. Ölüm mü? Hiç gelmeyecek ki.. Ömür boyunca defalarca doğarız ve ölürüz.
Giderek küçülen, küçüldükçe daha da içine kapanan, toprakta uyuduğu söylenen altına dair boş bir hayal besleyen, böylece geleceksiz kaldığını inkar eden bir şehrin ışık sızan tek penceresinin ardında, az sonra sönecek bir sobanın başında oturmuş, kederden öldü ölecek iki kişiydiler...
Güzel şeyleri de unutmak istiyor. Güzel şeylerin ertesi günü mahveden, yıkıcı bir tarafı var... Ama unutmak diye bir şey yok, unuttuğunu sanmak var, çocukluk mazeret olamıyor.
Güzel şeyleri hatırlamanın ertesi günü mahveden, yıkıcı bir tarafı vardır.
Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir.
Hayat, kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir.
Hayatın bir anlamı yoktur ama yaşamak hayata bir anlam verme uğraşıdır.
Hayatını değiştirmeyi düşünmeyen, giderek daha az şeye razı olan, hiçbir şeye itiraz etmeyen biri? İşten eve, evden işe yani. Bir gün kendime niye yaşadım ki bunca yılı diye sormaktan korkuyorum.
İnsanın hayatı bir rahim arayışından ibarettir. Ev rahimdir. Bundandır kendimize bir ev aramamız.
İnsanın kendi aleminde yarattığı kişilerin de bir ömrü var. Tasavvur gerçeğe dönüşmeyince solup gidiyor.
Kevaşelerin gözden düşüşü daha ikinci gecede başlar.
Normal insan haz veren hayaller kurar. O içine dolan kederi kendi çağırıyor.
Normal insanlar huzurla, herhangi bir vicdan sızısı duymadan uyurlarken. Madenci ve ben ve bizim gibiler dünyanın derdi denen soyut, tarifsiz bir yükü çekmeye yazgılıyız.
Olgunlaşınca kendiliğinden dalından kopan bir meyva gibi, derin bir acı düşecek aralarına, kelimeler halinde. Zamanı gelince. Bu kelime selinden sonra, birbirlerini bir daha hiç görmeyecek olsalar bile ayrı şehirlere düşmüş ikiz kardeşler gibi, birbirlerini hissedecekler.
Oysa hayat naz maz tanımıyordu. Kendimden biliyordum. Hayat hiç beklemediğin anda öyle kafa atardı ki, ağzın burnun dağılırdı. O zaman anlardın işte büyümek neymiş. Nasıl acı ve erken bir şeymiş.
Sevmenin insanı böylesine var edebileceğine inanmazdım, yaşadım; sevmenin yokluğu fikrinin bile insanı yok edebileceğine de. Onu da yaşadım.
Suç böyle bir şey diye düşündü, asla kendisiyle sınırlı kalmaz, geçmişi de ortaya döker, yeniden yazar, kuyruğuna başka şeyler takılır, devasa bir günah haline gelir.
Vicdan sahiplerinin mağdur ettikleriyle imtihanı çok zorludur.
Yanmaktan çok korktum. Sonunda yanacağımı hissettiğim hiçbir aşkı göze alamadım. Bu yüzden kuru kuruya yanıyorum şimdi.
Yaşamak, ağzında tuttuğu kendi kuyruğunun peşinde koşan bir köpek olmakmış.
Yaşanmıştan kurtulmak yok. Unutup kurtulmak yok. Toprağa girene kadar peşini bırakmıyor yaşanmış olan.
Acı veya günah karşındakinin içinde bir yerde betonlaşmışsa, ömrünü tümüyle ceza haline getiren bu kaskatı betonu parçalayıp içinden çıkarmak istediğinde elleri kan içinde kalacaksa kişinin, soramazsın diye düşündü Mürşit, anlatılanla yetineceksin...
Aşk ateşe yürümek demektir, ya da aşk seni ateşe çeker, pervane ışık gibi, er geç yanacaksın, ama yandığına değer. İyi de insan bu hastalık için mi yaşıyor yani diye sorarsan, evet, aşk yoksa yaşamaya değmiyor bu hayat.
Birini bir zamanlar sevmiş olmak insanın içinde iz bırakıyordu. İnsan o kişiyi artık sevmese bile, iz kalan yer acıyordu.